12. BÖLÜM
“AKIL İLE KALP.”
“… diyeceğim odur ki, kalbini aklının yolundan çek kardeşim. Yoksa dara düşeceksin.”
Demek Ares, Elvis’in bir kalbi olduğunu düşünüyordu, benim aksime.
Bunların üzerine Elvis’in kısık sesli gülüşünü duyarak gözlerimi açtım. Adam, arkadaşının söylediklerini ciddiye almamış olmalıydı. Şakaklarım zonkluyordu. Tavanı gördüğümde nerede olduğumu sordum kendime, anlamam için de etrafıma bakmam yeterli olmuştu. Birkaç gün önce Elvis’in yattığı yatakta, revir odasındaydım. En son onun kollarına düştüğümü hatırlıyordum.
Utanç dolu bir inleme çıktı ağzımdan ve boğuk sesler kesildi.
Başımı diğer tarafıma çevirdim ve Elvis ile Ares’i camın önünde karşılıklı buldum. İkisi de bana doğru dönmüştü. Ares huzursuz bakarken, Elvis’in gözleri doğrudan gözlerime kilitlenmiş haldeydi. Başımı, altımdaki yastıktan kaldırırken, “Neden buradayım?” diye sordum.
“Sahi, neden? Artık odana dönmelisin,” dedi Ares.
Elvis ellerini cebinden çıkararak yatağa yaklaşınca yanaklarım sıcaklamaya başladı. Kollarının beni tutuşunu ve söylediklerini hatırlıyordum. “Biraz istirahate ihtiyacın olduğu için buradasın.”
Hâlâ başım dönüyor olsa da gözlerim kararmıyordu fakat vücudum bitkindi, dizlerimin yürümeye hali yoktu sanki. Bacaklarımı aşağıya indirirken, “Bayılmadan önce söylediğini hatırlıyorum,” dedim. “Peter’i görmeme izin vereceksin ve aileme, konuklara yemek götüreceksin.”
Gökyüzünden dışarıya baktım. Çok karanlıktı, gece yarısını geçmiş olmalıydı. En son akşam üstü olduğunu hatırlıyordum. Elvis başını sol tarafa eğerek, “Konuklara akşam yemeği gitti,” dedi.
Başımı hemen kaldırdım. “Gerçekten mi?”
“Evet.”
Bayılmadan önce istediğimi yapacağını söylemişti, ben baygınken de akşam yemeği saati gelmişti demek. Bir anlık rahatlamayla gülümsedim ve sonra gülümsediğimin o olduğunu hatırlayınca yutkundum. Elvis’de kaşlarını hayret edermiş gibi kaldırdı. “Bu neydi?” diye sordu.
“Yanlışlıkla oldu,” dedim kendime de kızarak.
Gözleri hafifçe parladı. “Yanlışlıkla gülümsediğini mi söylüyorsun?”
Ne kadar saçmaladığımı anlayınca, “Yeni uyandım, çok konuşarak başımı ağrıtma,” dedim ona.
Bir şey demeden yatağın yanındaki komodine eğildi, bir bardak su ile ilaç tableti uzattı. “Ağrılar için, bizzat doktordan aldım.”
Tabletten önce suya uzandım, hiç beklemeden içmeye başladım. Boğazım ve ağzımın için kupkuru olmuştu. Suyu son damlasına kadar içip başımı kaldırdım. “Bir bardak daha istiyorum.”
Kaşlarını çattı. “Bu kadar mı susamıştın?”
Suyu nasıl içtiğimi hatırlayınca gözlerimi kaçırdım. Elvis huzursuz şekilde şakağını kaşıdı. “Mutfaktan alıp geleceğim, bekle.”
Başımı salladım ve o ayrıldığında Ares’le yalnız kalmış oldum. Gözlerini benden ayırmıyor, kolları göğsünde bağlı şekilde dikiliyordu. Saçlarımı düzeltirken kıyafetlerime de göz gezdirdim, odama dönüp değiştirmem gerekiyordu.
“Elvis’e n’aptın?” dedi Ares, az sonra.
Ona bakarken kaşlarım hiç inmedi. “O bana bir şeyler yapıyor, hatta sen ve Martin’de.”
Kollarını göğsünden çözüp elinin tersiyle bir hareket yaptı. “Seni fazla ciddiye aldı, gemiden ayrıldığında üzülmesini istemiyorum.”
Bahsettiği şey, Elvis’in bana birkaç kez ima ettiği şey miydi? Neden üzülecekti ki? Ben Elvis’in benimle biraz eğlendiğini düşünüyordum, hatta bu yüzden bazen darılıyordum. “Böylesine kalpsiz bir adam için yok yere endişeleniyorsun, gemiden ayrıldıktan sonraki gün adımı bile hatırlamayacaktır.”
“Ben de bunu umacağım,” derken ağır ağır yatağa yürüdü. “Odana döndükten sonraki günlerde yalnızca kardeşin ve ailene ilgi göster, Elvis’le görüşme.”
Kızmaya başlıyordum. “Sana neyin hesabını vermek üzereyim? Haddinizi daha ne kadar aşacaksınız, merak ediyorum. Bu kötü imalarına son ver. Zaten istediğim şey Peter’i görmek, ardından odama gitmek.”
Kaşlarını çattı. “Senin yüzünden kaptandan olduk, neden masummuş gibi davranıyorsun?”
“Sizin gibi suçlular, işgalciler karşısında masum kalmak gibi bir arzum da yok zaten. Size karşı çıkmamak masumiyet değil, aptallık olur.”
Elini kaldırdı. “İşler bizim için yeterince zorlaştı. Elvis yaralandı, ardından kaptan. Sen ve odanda sakladığın pislik, iş birliği yaptınız. Benim tanıdığım Elvis’in bunlar karşısındaki tuttumu daha az insani olurdu. Böyle olmadığı için sana bazı şeyleri sorma gereği hissettim.”
Sıkılmış şekilde nefes alıp, “Arkadaşına söyle o zaman, beni kitap okumam için çağırmasın,” dedim.
Bir anda sırıtınca ciddiyetinin bu kadar hızlı sarsılması karşısınsa şaşkınlık yaşadım. “Yalnız kaldığınızda ona gerçekten kitap mı okuyorsun?”
“Evet ama daha kitabın bitmesine çok var…” muhtemelen o kitap bitmeden gemiden ayrılacaktı.
Ares’in gülmeye devam etmesi bir şeyleri sorgulamama sebep olacaktı ki, yürüyüş sesini duyup sessiz kaldım. Elvis bir tepsi ile geldiğinde ilacı ve suyu beraber içtim. İçimdeki sıcaklık dinmişti ama ayağa kalktığımda iyi yürüyecek miydim, bilmiyordum. İlacı ve bardağı elimden alan Elvis bu kez tepsiyi kucağıma koydu. “Aslında önce yemek yiyip sonra ilaç içmen daha iyi olurdu, hay aksi…”
“Kafanı ne bu kadar karıştırıyorsa,” dedi Ares, ona yan bir bakış atarak.
Ben tepsiye gömülmeye başlarken, Elvis arkadaşına alaycı gözleriyle baktı. “Koridorları bir kontrol et, Martin kaptanın yanında, etrafta güvensiz kaldı.”
“Herkes odasında kilitli.”
“Hatırlatmak isterim ki Peter’i de öyle sanıyorduk.”
Ares’in gözleri beni buldu. “Ta ki bir aptallıkla yakalanana dek.”
Ağzımda patates püresi varken ona yüz buruşturdum ve çıkışını izlerken sessizce söylendim. Elvis karşıdaki yatağa oturup gömleğini açmaya başladığında ilgim istemsizce onu buldu. Bir an ne yapmak üzere olduğunu soracaktım ama art niyetsiz şekilde yarasına baktığında konuşmadım. Yaranın üstü pansuman beziyle örtülüydü, bir muayeneden geçtiği aşikârdı.
“Doktoru nasıl ikna ettiniz?” diye sordum. O günden beri çok kez düşünmüştüm.
Gözleri bana uzandı. Bir anlığına bakışında temas hissettim, sanki gözleriyle bana dokunmuştu. Bu his lokmamı yutmamı zorlaştırdı. “Onu ailesiyle tehdit etmek gibi alçakça bir şey yaptık.”
Farkında oluşuna mı, bunu yapmış oluşlarına mı şaşırsam bilemedim. “Bu gerçekten merhametsizce. Hani kadınlara zarar vermezdin?”
Ellerini yarasından çektiğinde bakışlarım gövdesinde kaldı çok kısa. Geniş omuzları, yemeye çok düşkün olmadığı görülen düz bir karnı vardı. Ağzımdaki çatalı ısırarak gözlerimi yanık teninden kaçırdığımda, “Zaten öyle,” dedi Elvis. “Fakat bazen insanların yapması gereken şeyleri yapması için teşviğe ihtiyaç olabilir. Doktor için bu teşviği sağladık, bu kadar.”
Gözlerimi devirdim. “Hayata senin baktığın gamsızlıkla bakmayı dilerdim, en azından siz tarafından sinir hastası olmamış olurdum.”
Gömleğinin düğmelerini kapatırken dudakları kıvırdı. Acaba beni yanına çağırmasının sebebi onu eğlendiriyor olmam mıydı? Ama ben… herkese böyle konuşuyordum, onun ayrıca hoşuna gidiyor gibiydim. Bakışlarımın boynunda gezindiğini fark ederken bunları düşünüyordum. Gözlerimi kaçırıp tepsiye eğildim ve biraz ekmek aldım, çorba ile yedim.
“Yemekleri artık kim yapıyor?” diye sordum.
“Biz.”
Yanaklarımı şişiren lokmalarımı yutup ona baktım. Yemek yiyişimi kısık gözleriyle izliyordu. “Aşçıya n’aptın? Seni bıçakladı, cezalandırmış olmalısın.”
“Kişisel bir sorunum yok onunla, bizden kurtulmak isteyişini anlıyorum.” Ellerini nihayet gömleğinden çekti, sürekli parmak hareketlerini takip etmiştim. “Yapamayışına yeterince üzüldü, bu yüzden kendisini cezalandırmak aklımın ucundan geçmedi.”
“Gayet kaba bir soru olacak ama zaten hiç aldırmazsın… Akıl sağlığın yerinde mi? Madem haklı olduğumuzu düşünüyorsun, neden hâlâ tutsağız?”
Çenesini kaşıdı. “Paylaşımcı değilsiniz, Moğala’daki insanların da bazı şeylere ihtiyaçları var ve ben daha önce olduğu gibi bunu sağlayacağım. Ailen ve senin kaybın, onların kazancı olacak. Sanıyorum, bunu daha önce de söylemiştim. Anladığını biliyorum ama hâlâ neden yaptığımızı soruyorsun. Sen de biliyorsun kendi çıkarlarımız bu işin az bir kısmını kapsıyor. Daha ne duymayı isteyerek bunları soruyorsun? Varlığınızı, yoksul insanlarla paylaşacaksın, hepsi bu.”
Bu kadar basit değildi, mesela gemimizi kullanarak Martin’in kardeşinin yanına gitmek istediğini söylemişti. Zengin olduğumuz için her şeyi paylaşmak zorunda olduğumuzu düşünüyordu ama benim babam da bu varlığı için emek vermişti. Fakat ailesi olmayan, yetim çocukluk geçiren bir adamın beni anlayacağını düşünmüyorum, tıpkı onu yeterince anlamayacağım gibi. Tamam, dediği gibiyse onu biraz anlayabilirdim, kahraman rolünü üstlenmekten gocunmuyor olabilirlerdi ama yine de… çok belliydi, farklı dünyaların insanları olduğumuz. En basitinden o bir kalbi olduğunu söylüyordu, bense buna inanamıyordum.
Neden birilerine yardım etmek gibi bir görevi üstleniyordu o halde?
Çorba ve patates püresiyle karnımı doyurmaya devam ettim. Yedikçe toparlandığımı hissediyordum. Elvis gözlerini benden hiç ayırmıyordu, bu yüzden telaşa kapılıp birkaç kez kaşığımı bile düşürdüm.
Soytarı, güldü. Onun gülmesini değil, acı çekmesini istiyordum.
Gözlerim gömleğinin altında kalan yaraya yaklaştı. Gerçekten acı çektiğinde keyiflenir miydim? Peki o kanlar içindeyken neden istenileni vermemiştim aklıma?
Kasedeki çorbamı bitirip kalan ekmeğimi ye yedim. Ekmekler lezzetsizdi, muhtemelen dondurucudan gelip çözüldüğü için. Neyse ki doymuş hissediyordum, midem bulanmıyordu. Peter’i gördükten hemen sonra kardeşimin yanına inmeliydim, umarım annem ile babama yokluğumdan bahsetmemiştir.
Tepsiyi kenardaki komodine koyarak ayağa kalktım, yürümeden önce vücudumun dengesini sağladım. “Artık gidebiliriz.”
“Nereye?”
Anlamıyor gibi davranması sinir bozdu. “Peter’i görmeye. Oradan da odama.”
Dilini dişleri arasına kıstırıp yüzümü, ardından vücudumu süzdü. Bakışları aklıma şunu getirdi; bayıldığım için iyi olup olmadığıma mı bakıyordu?
“Uyumuş olmalı,” dedi Peter için.
“Uyku bırakmadınız, eminim moralsizlikten uyuyamıyordur.”
Kalkıp karşıma dikildiğinde omuzlarımı dik tutmaya çalıştım. Hâlâ yorgun olsam da karşısında güçsüz görünmek istemiyordum.
Sanki kucağına bayılmadın.
Bıçak kesesini kontrol edip bana yol verdiğinde önüne geçip yürümeye başladım. Saçlarımı omzumun üzerinden arkaya attım ve loş koridora çıktım. Birkaç adımımdan sonra Elvis bana gideceğimiz yeri göstermek için önüme geçti, yere sert basan ayaklarıyla yürüdü. İlk kata çıkıp koridorun sağ cephesine ilerleyince gerilimle karışmış bir merak duygusu hissettim. Durduğu kapıyı açtığında da yalnız gece lambasıyla aydınlanmış odayı gördüm. Yatakta uzanan Peter başını umutsuzca çevirdi ama beni gördüğünde hayretle doğruldu.
“Roza,” dedi tek solukta.
Elvis bana doğru döndü. “Evet, gördün. Şimdi geri dönelim.”
Onun yanından geçmek için mücadele ettim ve odadan içeriye girdiğimde Peter tamamen kalkıp üzerime yürüdü. Sanıyorum ki bir coşku ve sevinçle ayaklarımı yerden kesip bana sarıldı. Aslında bu kadar yakınlığımız yoktu ama bu sarılmayı anlayabiliyordum. Ellerimi sırtına hafifçe dokundurup geri çekildim. “Nasılsın?”
Bunu sorarken fark etmiştim yüzündeki darp izlerini. Korsanlar onu dövmüştü, anlaşılıyordu. Elimi, vicdani refleksle yüzüne götürdüm ve yaraya dokundum. “İyi değilsin, zaten tahmin ediyordum.”
Geri çekilip başını da eğdi. “Huzursuzum ama… iyiyim. Yalnız kalmanın ne kadar sıkıcı olduğunu unutmuşum.”
“Sana söylemiştim bunun sonunda ortaya çıkabileceğini…”
Başını salladı. “Biliyordum, göze almıştım. Saklanmak, her kapı sesinden korkmak artık beni sinirlendiriyordu, sen de anlamıştın. Üstelik bir kazancımız oldu, kaptanları uzun süre gemiyi kullanamayacak.”
Bir boğaz temizleme sesi duyunca Elvis’e göz attım, bizi dinlemekten hiç gocunmadığı belliydi. Omzunu kapı kenarına yaslamış, koridoru gösteriyordu. “Evet, gayet güzel şartlarda, o güzel yüzüyle yaşamaya devam ettiğini gördün, artık odana.”
Peter benden önce konuştu. “Sizinle konuştuk, Roza’nın karşısına ben çıktım, onu ve kardeşini huzursuz etme.”
Konuşurken sesi sertti, belki de artık ortaya çıkmasının verdiği özgüven ve rahatlığa sahipti. Elvis hafifçe gülerken burnunu sıvazladı. “Evet tabi, siz nasıl isterseniz efendim…” Peter’le açık açık alay ediyordu.
Peter’e döndüm, agresifti ve nefesi hızlanmıştı. Koluna hafifçe dokundum. “Layla ve ben iyiyiz. Korsanlar… gemiden ayrılana kadar görüşemeyebiliriz, kendine çok dikkat et. Sana yemek getiriyorlar mı?”
“Evet, akşam yemeğini getirdiler.”
Neyse ki Peter açığa çıktığında umduğum kadar kötü sonuçlanmamıştı olaylar. Ölmemişti, yemek veriliyordu, çok öfke dolu görünüyordu ama haklıydı. Elimi kolundan çekerken, “Sevindim,” dedim. “Görüşene kadar kendine iyi bak, olur mu?”
Yüzümü izleyerek, “Sen de,” dedi ve uzanıp bana bir daha sarıldığında kendimi geriye çekmedim. Elleri sırtımda ağırca gezindi ve kulağıma doğru fısıldadı. “Seni… sizi görmek için şansımı zorlayacağım.”
Sarılmak, sanırım bunu söylemek için bahanesi olmuştu. “Korsanlar gemiyi terk ettiğinde zaten görüşeceğiz, lütfen bu üç korsana karşı meydan okuyup kendine zarar verme.”
Geriye çekildim ve içeriye giren adım sesleri duyduğumda hemen arkama döndüm. Elvis Peter’e ruhsuz, sert gözleriyle baktı ve kolumu kavrayıp beni çekti. İtiraz etmesem de kolumu kendisinden kurtarmaya çalıştım. Beni koridora çıkardığında Peter’de kapıya doğru yaklaşıp Elvis’e bir şey diyecek oldu ama bu korsan, kapıyı çekip sertçe kapattı. Kilitlemeye başladığında istemsiz şekilde onun sırtına doğru vurdum. “Pisliğin tanımısın, biliyor musun?”
“Yalnız kaldığında bana ettiğin hakaretleri hatırlayıp övünüyor musun?”
“Tabi, üstelik gülümsüyorum.”
“Görmek isterdim… gülümsemeni.”
Anahtarı cebine atarken bana döndü ve yüzünü karşımda, fazla yakınımda bulunca ona diyecek bir şey bulamadım. Yutkunurken gözlerim buz mavi gözlerine değindi. Bana göz kırpıp arkasını döndüğünde de tuttuğum nefesi bıraktım ve arkasından yürüdüm. Sonunda odama dönecektim, kardeşim beni ne kadar merak etmiştir acaba? Layla’yı düşününce ayaklarım hevesle hızlandı.
Odamın olduğu kata ulaştığımızda Elvis’in bile önüne geçtim. Koridor sessizdi, uykuda olabilirlerdi. Elvis oda kapımın anahtarını çıkarıp açmak için hamle yaptı ama bir saniye sonra bana döndü. “Yarın gece yanıma geleceksin.”
Ağzım bir karış açık kaldı. “Ne için?”
“Kitabı bir süredir okumuyorsun, devamını merak ediyorum.”
Samimiyetsizce gülümsedim. “Anahtarımı aldınız, bu yüzden artık aramızda bir anlaşma kalmadı. Sana kitap okumayacağım.”
Anahtarı çevirdi. “Yarın geceye kadar kendine, benden isteyecek başka bir şey bul. Yerine getirmek için elimden geleni yapacağım.”
Kapı açıldığında önünden geçip içeriye girdim ve odaya bakamadan yüzüm ona çevrili şekilde iç çektim. Hemen geri çevirmek istemiyordum, tamam, artık onlarla uğraşmayı istemiyordum fakat hemen reddetmenin de faydası yoktu. Kendi çıkarım için bunu değerlendirebilirdim. Sessiz kaldığımda kapıya uzandı ve çekip kapatmadan, “Bir daha baygınlık geçirecek olursan Martin’e seslen,” dedi. “Buralarda olacaktır.”
O kapıyı kapatsa da ben arkasından, “Baygınlık geçirirken nasıl sesleneyim,” diye homurdandım. Kastettiği kendimi kötü hissettiğimde yapmamı önerdiği bir şeydi ama onu terslemek istemiştim.
Duymuş olmalı ki kapıyı hafifçe tıklatıp öyle uzaklaştı.
Arkamı döndüm ve gece lambasıyla aydınlanan gemide, odada yatağa yürüdüm. Layla örtünün altında, kendisine sarılmış şekilde yatıyordu. İyiydi, ailemin de iyi olduğunu umuyordum. Onları gün boyunca aç bıraktığım için kendimi kötü hissetmiştim. Biraz eğilince yüzündeki huzursuzluğu gördüm, belki de korku dolu bir uykudaydı. Yanağını yumuşakça okşayıp uzaklaştım ve kıyafet dolabına ilerledim.
Kendime bir havlu ile pijama takımı aldım. Banyoya girip küvete su doldurdum ve içine girip sıcak su ile rahatlamaya çalıştım. Karnım doyduğu için memnundum ama içimde huzursuzluk vardı, hissettiğim duygulardan ötürü bir huzursuzluktu bu. Elvis’e yeterince öfke duyamıyordum, hatta onunla karşılıklı konuştuğumda bir şeyler beni daha fazlasına teşvik ediyordu. Nasıl korsan olduğunu, neden korsanlık yaptığını anlatsa dinleyecek ve sanki onu anlayışla karşılayabilecektim. Bu beni çok huzursuz ediyordu. Kötü olduğu için mi bize böyle davranıyordu, iyi olduğu için mi bahsettiğiµ¨blnlb insanlara yardım etmek istiyordu?
Yıkandıktan, düşüncelerimi adeta su ile akıttıktan sonra banyodan ayrıldım. Kurulanarak çıktım ve temiz çamaşırlarımı, pijamalarımı giyindim. Saçlarımı havlu ile sarıp camdan dışarıya baktım, gemi hâlâ hareketsizdi. Yağan yağmurun etkisiyle kaptanın önerdiğini söylemişti Elvis. Acaba kaptanın bir planı olabilir miydi, çünkü daha önce yağmur yağdığında diğer kaptan yolculuğu durdurmamıştı.
“Aklın fikrin hâlâ planda Roza. Her seferinde yenik duruma düşüyorsun, artık yılmalısın…” kendime söylendim ve o esnada gökyüzü, bir şimşekle bembeyaz olup aydınlandı. Aynı anda milyonlarca yıldız parlamış kadar etkili bir ışıktı. Kendimi istemsizce geri çektim ve o şimşekten sonra yağmur bastırınca yatağa yürüdüm. Sessizce yatağa kıvrılıp örtüyü üstüme çektim. “Bıçaklarımızı da kaybettik, elimde korsanlara karşı hiçbir mücadele isteği de arzusu da kalmadı. Üstelik bir de… Elvis beni kandırmaya çalışıyor, ona karşı koymam gerekir. Yoksa… daha da huzursuz hissederim.”
Layla’nın uyanmasından endişe duyup sustum ve gözlerimi cama dikip ara ara parlayan göğü izledim. Başımdaki ağrı hafiflemişti ama Elvis’i düşünmeme engel olamamak zihnime bir sinir yüklüyordu. Kesin o davranışları, bana bakışları, söyledikleri… bu yüzdendi, zihnime sinmek içindi.
“Can sıkıntısından… benimle gönül eğlendirmek istiyor,” diyerek gözlerimi kapattım, uyumak için onu aklımdan çıkarmayı diledim. Ne yazık ki, uykuya dalarken bile o kalpsizi düşünüyordum.
🌊
“Abla!”
Çığlık sesi beni uykumdan şok hızıyla uyandırdı. Gözlerim o kadar hızlı açılmıştı ki, bilincim hâlâ uykuda gibiydi. Başımı, Layla’yı görmek için sol tarafıma çevirdim ve büyüttüğü, sevinçli gözleriyle karşılaştım. Ben daha tek kelime diyemeden üzerime eğilip bana sarılmaya çalıştı. “Ablacığım, buradasın! Dönmüşsün! İyi misin?”
Beni ne kadar özlediğini hissetmek anlaşılabilir bir mutluluk verdi bana. Üzerimdeki hafif bedeniyle doğrulmaya çalışarak, “İyiyim,” dedim. Ben de onu kucakladım. “Sen nasılsın? Dört gündür… neler yaptın?”
Yanaklarımdan öperek geri çekildi ve ilgili gözler eşliğinde, “Seni çok merak ettim,” dedi. “Defalarca kez seslendim, korsanlara sordum, bağırdım. İyi olduğunu söyleseler de bir şey anlatmadılar. Annem ve babam duydu sesimi, onlar da meraklandı. Öyle ki seni…” devam edemeyip kafasını iki yana salladı. “Peter’e n’oldu, nasıl?”
“O gün olanları anlatayım sana,” diyerek konuşmaya başlarken yataktan doğruldum. Dolaba ilerleyip kıyafetlerimi alırken neler yaşadığımızı anlattım ve korku dolu gözlerine bakarak tamamladım cümlemi. “… dün gece de Peter’i gördüm, bizimki gibi bir odada kalıyor, onu hırpalamışlar ama neyse ki iyiydi.”
“Ya ikinizden birini öldürselerdi?” Ürpererek yataktan kalktı. “Demek Peter kaptanın elini parçaladı, asıl kaptan gemiyi kullanıyor. Korku filmi gibi abla! Adam… ya ona, sana bir şey yapsaydı?”
“Yapamadı, o anki acısıyla farkında bile olamadı. Hatta güçten düştü, dediğim gibi onu revire kadar sürüklemiştim… Tabi orada asıl sürprizle karşılaştım.”
“Peter çok kibar birisi değil miydi abla?” O da dolaptan giysi aldı kendine. “Nasıl kaptanın elini parçaladı? Hiç beklemezdim ondan.”
“Bu odadan çıkarken her şeyi göze almıştı bence, gidişatta onu buna mecbur bıraktı. Kaptanın gemiyi kullanmasını önlemek için en akıllıca hareketti ama sonra yakalandı.” Giysilerimi giyiyordum onunla konuşurken.
“Zaten korsanlar adamı senin bıçakladığına inanmazdı, kaptan da Peter’den bahsederdi.”
“Evet ama o akşam sen ve Peter bir şeyler yapmayı çok istediniz, sonuçları ağır oldu.”
Bana yaklaşıp bir daha sarılınca gülümsedim, onu bayağı korkutmuş olmalıydım. Giysilerimizi giydikten sonra da sırasıyla banyoyu kullandık, dişlerimi fırçalayıp ağzımdaki bu kirli tattan kurtuldum. Diş fırçaladıktan sonra su içmek gibi alışkanlığım vardı ama ne yazık ki kahvaltıyı bekleyecektim.
Her zamanki vaktinde kapı tıkladığında açan ben oldum. Beni tepsi ile bekleyen Ares’ti. Dünkü kadar gergin görünmeden tepsiyi uzatırken, “Günaydın hanımefendi,” dedi.
Tepsiyi elinden alırken asabi davrandım. “Günaydın lüzumsuz herif.”
“Bu sabahta siz tarafından onurlandırıldım, harika bir sabaha benziyor.”
Layla bana bir şey olmasından endişe ediyormuş gibi yanıma yaklaşıp Ares’e kızgınlıkla baktı. “Ablamı rahat bırakın!”
Ares ona göz kırptı. “Günaydın küçük hanım.”
Kardeşim onu taklit edince Ares keyfinden hiçbir şey kaybetmeden kapıya uzandı. Tam o vakitte karşı odadan gelen bağrışı duydum. “Roza, sesini duydum, seni görüyorum! İyi misin kızım?”
Panik ve korkuyla bağırmıştı, sanırım kapı deliğinden izlemişti. Ares babamdan sıkılmış gibi bezgin şekilde solurken ben sesimi duyması için bir adım öne çıktım. “Baba? Evet iyiyim, lütfen endişe etmeyin! Birkaç gün başka odadaydım ama kötü muamele görmedim, şimdi Layla’nın yanına döndüm.”
“Ah kızım!” Annemin sesindeki rahatlama hissediliyordu. “Kaç gündür Layla ile olmadığını fark ettik, çıldırmanın eşiğine geldik.”
“İyi olduğunuzu öğrendiniz!” diyerek araya girdi korsan Ares ve beni odama doğru hafifçe ittiğinde dirseğimi karnına geçirerek eşikten içeriye girdim. “Bayım, kızlarınız çok iyi! Lütfen bağırmayın, size kahvaltınızı getirmek için birazdan yanınıza geleceğim.”
Kapıyı yüzümüzü kapatıp uzaklaştığında pes ederek masaya yürüdüm. Sandalyeye çöktüğümde Layla tepsiyi bırakarak karşımda yer aldı. “Biliyor musun, babama yemek getirdiklerinde seni sordu, hatta şu hiç konuşmayan korsana vurdu babam çıldırarak… Kavga seslerini duyunca kapı deliğinden izlemiştim.”
Babama hak vermemek mümkün müydü? Düşünüyorum, kendi çocuğum ortadan kaybolsa yeri göğü birbirine katacağımı. Neyse ki rahatlamış olmalılardı, onları dün açlıkla sınadığım için üzülmüştüm ama meğer zaten bir şey yiyecek durumda değillermiş.
Layla ile kahvaltımızı yapmaya başladık. Bu kez Peter olmadığı için daha fazla yemiştim. Kahvaltıya ek olarak pastırma eklemişlerdi. Sanırım açığa çıkmasının tek artısı, Peter’in de artık kendi yemeklerini yiyecek olmasıydı, öncesinde benimle paylaştığı için az yiyordu.
Kahvaltıdan sonra kardeşimle geçirdiğim bu yalnız günler hakkında konuştum, bazı özel şeyleri paylaşmadım ama Elvis’in adını her geçirdiğimde kızardım. Layla bunu fark etmiş gibi onunla ilgili daha fazla soru sordu ama geçiştirmeyi başardım. Günün bir kısmında da kitap okudum, gemi tekrar yolculuğa başladığında da kaptanın aslında bir planı olmadığını, gerçekten yağmur dolayısıyla yolculuğa ara verdiğini anladım.
Peter’in arkasında bıraktığı pusuladan baktım. Hâlâ güneye gidiyorduk.
Ne kadar kalmıştı? Merak ediyordum. Varmalarına ne kadar kalmıştı?
Gittiklerinde ne olacaktı? Ne kadar geri dönecektik? Yolumuz ne kadar uzamıştı?
Kafamda milyon tane soru vardı. Kitabı okurken bu sorular aklıma geldiği için uzaklara daldım, devam etmem zaman aldı. Yarın için isteyeceğim şey ne olacaktı? Kitap okumam karşılığında her şeyi kabul edecekti. Aslında… düşününce fark ediyordum, bu gemide geçirdiğim en sakin, huzurlu dakikalar Elvis’e kitap okuduğum dakikalardı. Kitabın çok güzel oluşundan kaynaklıdır sanırım ki.
Günün devamında kitap okumaktan çok düşündüm. Üzerime geniş paçaları olan siyah pantolonum ile vatkalı, beyaz bir kazak giymiştim. Buna rağmen üşüyordum. Aslında gemideki ısıtma iyiydi, belki de dünkü rahatsızlığımın etkisiyle ve gece ıslak saçlarla uyuduğum için biraz üşütmüştüm. Genelde ortaya güçlü bir tavır koymaya çalışsam da bedenen ve kalben zayıf bir insandım ne yazık ki.
Akşam olduğunda nedense sabırsızlanmaya başladım, yemek geldiğinde hızlı yedim. Oysaki kitap okumam için çoğunlukla gece yarısını bekliyordu Elvis. Akşam yemeğinde daha önce hiç yemediğim bir çorba gelmişti, adını bile bilmiyordum. Fakat lezzetliydi, acaba hangisi yapmıştı? Çorbaya yancı olarak da kötü pişmiş pilav vardı. Çorba ve pilavı yapan aynı kişi olamaz gibiydi.
Yemekten sonra dişlerimi tekrar fırçaladım, odanın içinde, bacaklarımı açmak için dolaştım. Dün geceden bu yana gemide hiçbir huzursuzluk çıkmamış gibiydi, zaten kim nasıl çıkaracaktı ki? Savunmasız ve kilit altındaydık. Ancak bağırıp karşı çıkmaya çalışıyorduk ama faydası olmuyordu. Aşçı, ben, Peter, babam… hiçbirimizin yaptığı karşılık bulmamıştı.
Acaba… kitabın arasındaki çizimi gördüğümü fark etmiş miydi Peter?
“Abla neden bu kadar çok dolanıyorsun, başımı döndürdün?”
Layla’nın yakınmasını duyunca durdum, ona hiç, dercesine bir gülümseme bıraktım ve yatak kenarına oturdum. Komodin çekmecesinden çıkardığım fırça ile saçlarımı aheste aheste taradım. Saçlarımın doğal hali ne düz ne kıvırcıktı, hafif dalgaları vardı. Ellerime aldım, odanın ışığında sarı tutamlar koyu görünüyordu.
Biraz da yatağımda oyalandım. Neredeyse uyuyacaktım. Layla biraz sonra, örtüyü kafasına kadar çekerek uyuyakaldı. Yatağımda kıvırılıp dakikaları geçirdim ve kapım tıkladığında, beklentide olmama rağmen ürktüm. Kalbim hızlanmaya başlarken ayağa kalktım. Kilit çevrildi ve ben girişi vücudumla kapatırken kapı açıldı. Gelenin Martin ya da Ares olmasını bekliyordum ama Elvis’ti. Onu görünce gözbebeklerim genişledi.
Gözlerinin geceyi aydınlattığını söylesem yalan olur ama… zaten o da ne kadar dürüst bir adam ki?
“Beni mi bekliyordun?”
Kapıdan çıkıp yanından geçerken elimin tersini göğsüne vurdum. “Çok beklersin.”
Önüne geçtim, onunla göz teması kurmak tuzaklarına çekilmek gibiydi; insanın gördüğüne bile bile yürümesi ancak aptallığından olurdu. Yolu bildiğim için onu beklemeden ilerledim ve merdivene ulaştığımda bu kalpsiz korsan beni yakaladı. Başını sol omzumdan ileriye doğru uzattı. “Odamıza koşa koşa gidiyorsun. Beni bu kadar özlediğini bilseydim gecikmezdim.”
“Hayal görmeye de başladın Elvis? Yalnızlık sana hiç iyi gelmiyor belli ki!”
“Yalnızlık değil, sensizlik…”
Bu adam…
Mesafemizi açmak için hızlandım ama gideceğimiz yer onun odasıydı. Gerçi bu pislik odamız diyordu, bu haddi nerede bulduysa? Ağzımın içinde söylenerek kata ulaştım, odaya girdim. Elvis’de arkamdan girdi ve kapıyı kapatıp içeride yürüdü. Kalp atışlarım anlamsız şekilde onun adımlarına ortaklık ediyordu. Masaya yaklaşıp kitabı aradım ve Elvis’de yanıma gelip bana doğru eğildi. “Neye bakıyorsun?”
“Neye olabilir, dingil!”
Başımızı aynı anda birbirimize çevirdik. Gözleriyle yakınlaşmanın başıma ne uğursuzluklar getireceğini düşündüm. Bana diğerlerinden farklı bir gülümsemeyle baktı. “Hakaretlerinle gecemi aydınlattın, ne kadar teşekkür etsem az!”
Dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırdım, bu hayduta gülecek değildim! Adama ne desem aynı tavırda kalıyordu. Gülmemek için çabaladığımı görmemesi için sırtımı döndüm ve koltuğa yürüyüp oturdum, kollarımı göğsümde bağlayıp bekledim. Kitabı çekmeceye saklamıştı, alıp bana yürürken istemsizce onu inceledim. Her zamanki gibi düğmelerinin yarısı açık gömlek giyiyordu, üstünde gömlek askısı vardı. Paçaları çizmelerinin içinde kaybolan koyu bir de pantolonu vardı. Giyinişi çoğu zaman salaş, umursamaz görünüyordu. Saçları da bu dengenin bir parçasıydı, dalgalı ve dağınıktı. Zaten ruhen de çok gamsız bir adamdı. Baksanıza, her şeye gülüyordu.
Kitabı bana uzattığında büyük elini inceleyerek aldım ve koltukta karşıma oturduğunda gözlerimi baymakla yetindim. Kitabın kapağını açarken de korktum, ya tekrar çizimle karşılaşırsam ne yapardım? Ona sormaya cesaret edebilecek miydim? Peki o fark etmiş miydi gördüğümü? Yapacak başka şeyim olmadığı için kitabı açtım ve kaldığım sayfayı aradım. Bakışlarının dikkati panik ve heyecanla hareket etmemi sağlıyordu.
Gözlerim sayfalarda dolaştıktan sonra nerede kaldığımı hatırladım. Oradan okumaya başlarken bacaklarımı koltuğa doğru çektim, bu soytarıdan utanmayacaktım. Sırtım koltuğun kolçağına yaslayarak kitabı dizlerime yasladım ve merakla okudum.
Bu kitap beni içine çekebildiği için dakikaların nasıl aktığını anlamadım. Görmezden gelemediğim tek şey Elvis oldu, çünkü gözlerini bir an olsun üzerimden ayırmadı. Dirseğini koltuğun kolçağına, çenesini de avucuna yaslamıştı. Çoğu zamanki gibi kaygısız görünüyordu. Birkaç kez istemsizce başımı kitabımdan kaldırdım ve onun gözleriyle karşılaştım. Son kez bunu yaptığımda gözlerimi hemen kaçırmadan önce duraksadım. “Beni dinliyor musun?” diye sordum.
İç çekti. “Elbette.”
Şüphecilikle, “En son nerede kaldım?” diye sordum.
Kaşlarını kaldırdı ve kitaba doğru bakarak sessiz kaldı. Aramızdaki kısacık bir diyalogdu ama nedense galip geldiğimi hissetmiştim. Kitabı çeneme yaslarken açık açık sırıttım ve Elvis gözlerini ağız hizamda dolaştırıp ardından bakışlarını önüne çevirdi. “Bazen çocuk gibisin,” dedi.
Pislik, bu söylenir miydi? “O nereden çıktı? Ne çocukluğumu gördün?”
“Beni kızdırmak hoşuna gidiyor, yüzünden okuyabiliyorum. Yaramazlık yapmış gibi seviniyorsun.”
Haklı olduğunu fark edince utanarak bakışlarımı kaçırdım. Aceleyle kitaba yoğunlaştım. O pislik aklıma sızdığı için tekrar kitaba odaklanmam zaman alsa da okumayı sürdürdüm. Sayfalar her çevrildiğinde heyecanım arttı, duygularım yoğunlaştı. Kitapta, hikâyenin yoğunlaştığı kısımlara gelmiştik, uykum gelmiş olsa da ara vermek istemiyordum. Fakat kitap bir anda önümden çekildiğinde hayretle kafamı kaldırmak durumunda kaldım.
Elvis bana yaklaşmış, elimden kaptığı kitabı uzaklaştırmıştı. Sırtımı kaldırıp dizlerim üstünde yükseldim. “N’apıyorsun?”
“Neden içinden okumaya başladın?”
Öyle mi yapmıştım? Sahiden farkında değildim. Heyecandan sesim kısılmış olmalıydı. Dizlerim üstünde biraz daha yükselip havaya kaçırdığı kitabı almaya çalışırken, “Heyecandan kendimi kaptırmışım!” diye yakındım. “Bilerek yapmadım ki!”
Beni anlamış olsa da kitabı uzakta tutmaya devam etti. “Bana pek öyle gelmedi.”
İstemsizce, “Elvis!” diye homurdandım ve göz teması kurunca yüreğimden ağır bir ses geldi. “En heyecanlı yerindeydi, yemin ederim ki bilerek yaptın!”
Dudağında beni aşinası yapan bir alaycılık oluşurken, “Öyle miydi?” diye sordu. “En heyecanlı yerinde miydi? Bana okumayı kestiğin için bilmiyorum.”
“Gerçekten alçaklık ediyorsun!” diye sesimi yükselttim ve biraz daha yükselip koluna uzandım, bir elimle gömlekle sarılı kolunu kavrayıp diğer elimle kitaba uzanmaya çalıştım. “Buraya sana kitap okumam için davet ediyorsun beni! Amacın bu değilse bırak beni gideyim! Hatta kitabımı da bırak!”
“İnan odana gelmemeyi başarmayı çok istedim,” dedi ve ben bir daha kitaba uzanınca dengemi sağlamak imkânsız hale geldi. Onun üstüne doğru düşüşümü durduramadım ve Elvis koltukta, benim ağırlığımla kaydığında ikimiz de koltuktan düştük. Elvis, vücutlarımız yere düşmeden önce gülmeye başladı ve ben çığlık atarken kollarını etrafıma doladı. Kendimi onun göğsünde bulana kadar şok yaşadım ve ellerim gömleğini sımsıkı kavramışken, yakındaki gözlerine korku ile baktım.
Kahkaha atmamak için tüm gücüyle direniyordu.
Altımdaki vücudunun sertliğini ve sıcaklığını hissetmek bende daha önce hiç deneyimlemediğim bir duygu oluşturdu. Ona vermem gereken ilk tepkinin ne olacağını kendim bile seçemedim ve Elvis’in gülüşü yerini derinleşen bakışlara bırakınca, tüm vücudumda panik yankılandı. Bir hatanın içinde olduğumu hissettim ve gömleğindeki yumruklarımı gevşetirken, Elvis elini uzatıp yüzümün iki yanına düşmüş saçlarımı kulaklarımın arkasına koydu. “Bir yerin acıdı mı?”
“Yok…” ona dokunmayı tamamen bıraktım ve vücudumu üzerinden kaldırırken çok hızlı ve telaşlı davrandım. Kalp dediğim şey yalnız göğsümün içinde değil, tüm bedenimde varmış gibi hissederek uzaklaşmaya çalıştım. Elvis daha acelesiz şekilde doğrulup oturur şekilde bana baktığında da panik haliyle bağırdım. “Senin yüzünden düştük! Bana çocuklaştığımı söyledin ama neler yaptın! Kitabımı da buruşturdun…”
Kitabımı almak için uzandım ve Elvis’te aynı anda davrandı. Almak için dokundum ve onun büyük eli de elimin üstüne kapandı. Avun içi sıcaklığını hissedince gözlerimi yumdum ve tekrar açana kadar kalbimin çarpışını yok saydım. Gözlerim aralanınca da onu bana çok yakından bakarken buldum. “Senin niyetin ne?” dedim kızgın bir fısıltıyla. “Beni kandırmak mı? Peşinen söyleyeceğim, kanmayacağım!”
“Seni neden kandırayım?”
Elimi çekmeye çalıştım. “Yalnızlıktan sıkılmışsındır? Gideceğin o güne kadar seni eğlendirmemi istiyorsundur? Belki de… daha fazlasına ikna etmeye çalışıyorsundur beni?”
Bir anda ağlayacak gibi hissetmeye başlamıştım. Kitabın heyecanı kalmamıştı üstümde. Elvis’i ciddi gördüğüm birkaç saniye geçirdim o sırada. “Neden korkuyorsun? Bana direnç gösterememekten mi? Seninle ilgili kötü bir niyetim yok, olamaz da.”
“O zaman neden bana farklı davranıyorsun?” diye yüzüne doğru bağırdım.
Sinirimi fark etmiş gibi gözlerimi saniyelerce okudu, yüzümü de. Gözleri titreyen dudaklarımda durunca, bakışındaki bir şey beni ürküttü. Bu yüzden yüzümü diğer tarafa çevirdim. “Sana diğerleri gibi davranacak irade bende yok, çok üzgünüm. Ancak bu kadar merhametsiz davranabilirim.”
“Yalan, ancak yalan söylüyorsun…”
İç çekişini kulağımın hemen yanında duydum ve bundan sonra da eli bakış açıma girdi. Parmaklarının tersiyle yanağıma dokununca zihnen bunun ne kadar yanlış olduğunu fark ettim ama ağzım mühürlenmiş gibi, konuşamadım. Yanağımın üstünü yavaşça okşayıp, “O zaman neden buradasın?” dedi. “Sen de farkındasın sana zor kullanamayacağımı, bunu yapamadığımın. İstemezsen gelmezsin, bildiğini biliyorum.”
Bu adamın küstahlığına son vermek istiyordum. “Sana kitap okumam karşılığında her şeyi isteyebileceğimi söylemiştin, o yüzden geldim herhalde!”
Düştüğüm yerden kalkıp tekrar koltuğa oturmayı denememiştim, o da. Hâlâ yüzüme bakarken, “Peki o zaman,” dedi sessizce. “Benden ne istemeye karar verdin?”
“Ben…” bunu düşündüğüm doğruydu ama maalesef ne istediğime karar verememiştim. Onun bunu fark etmemesini diledim ve kısacık zamanda cevap ararken, beni kurtaracak bir şey oldu.
Kapının açılmasıyla beraber sohbetimiz bölündü.
Başımı hızla çevirdim ve kapı açılmasına rağmen yüzüme dokunmayı bırakmayan Elvis’ten uzaklaşmak için doğrulmaya çalıştım. Ares, kararlı şekilde girdiği odada bizi görünce duraksadı ve Elvis’de doğrulup kalkarken, “İyi geceler,” diye selamladı bizi. “Roza’yı odasından neden çıkardın?”
Elvis yerdeki kitabı da aldı, arkadaşına döndü. “Bana kitap okuyordu.”
Ares, yakınlığımızdan duyduğu rahatsızlığı bana o kadar hissettirdi ki, utanmam kaçınılmaz oldu. Bu yüzden odadan çıkmak için Elvis’in önünden geçmeyi denedim ama bileğimden tutup beni durdurdu. Ona kızgınca bakıp bileğimi kendime çektim ama bana bakmıyordu bile. Ares’e, “Uykunu ne böldü kardeşin?” diye sordu.
“Bu gece uyumuyordum,” dedi Ares ve bana olan hoşnutsuz ilgisini tamamen kaybederek Elvis’e karşı gülümsedi. “Adaya yaklaştık, sabah olmadan inebiliriz.”
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...